TREN
 " Istanbul is a city
    which rocks her child
    on a suspension bridge
    and the Maiden’s Tower
    is a bottle filled with milk
    held to the water to cool
"
Sunay Akın

Lift    
Books
1
2
  • Kalede 1 Başına
    “Yerdeydim ve avuçlarım kızgın kömür parçalarını tutmuşum gibi yanıyordu. Sağ yanıma gelen şutu hâlâ nasıl olduğunu anlayamadığım bir refleksle kurtarmıştım. O an Lefter’in sözü duyuldu: ‘Tamam, bulduk! Kaleye Sunay geçecek.’” Lefter’in şutunu kurtardığında henüz 10 yaşındadır Sunay Akın.


    Kaleci kazağını çıkarıp kalemi eline aldıktan sonra bu kez kaleci öyküleri biriktirmeye koyulur. Kimler kimler girer bu öykülere…Nobel’li bilimcimiz Aziz Sancar; Berlin kaplanı Turgay Şener ve onun jübile maçına katılan ünlü Rus kaleci Lev Yaşin; antrenmanlara kömür işçilerinin Zonguldak’tan gönderdiği madenci eldivenleriyle çıkan Şenol Güneş; Yaşar Kemal’e İstanbul’daki ilk evinin kapısını açan Abidin Dino’nun yeğeni kaleci Sabri Dino; düğün davetiyesinde gelinin attığı şutu karşılayan damat Yılmaz Vural; en renkli kalecilerimizden Varol Ürkmez ve ona elini uzatan Baba Hakkı, Nâzım Hikmet’in şiirindeki kaleci; Albert Camus; Pavarotti ve daha niceleri giyer bu formayı. Hep 1 numarayı taşırlar sırtlarında…

  • Hayal Kahramanları
    Çocukluğumuzu savunan büyük güçlerdendir hayal kahramanları, Teksas, Zagor, Superman, Batman, Temel Reis, Şirinler, Casper, vd. gibi hayatımızı güzelleştiren bu çocukluk arkadaşlarımız gözlerimizin ışıltısında hala yaşamaktadırlar.


    Bir hayal kahramanının filmini izlemek, çizgi romanını ya da kitabını okumak, çocukluk arkadaşlarımıza ayırdığımız zamanlar gibidir. Hayatımıza yön veren ailemiz ve arkadaşlarımızın yanında, hayal kahramanları da kişiliğimizin gelişiminde pay sahibidir. Hayal kahramanları, gözlerinin içine bakamasak, ellerini sıkamasak, bir kez olsun sarılamasak da bize çok şey katan ve öğreten en yakın arkadaşımızdır.

  • Geyikli Park
    Falih Rıfkı Atay'ın Ateş ve Güneş adlı kitabında, bir subayın kendisine yönelttiği şu eleştiriyle Çanakkale direnişine hak ettiği değeri vermeyişimizin çok eskilere dayandığını görebiliriz:


    "Siz gençler ne tembelsiniz? Hiçbir şey yazmıyorsunuz. Çanakkale'ye bir torpido şair ve ressam gitti. Daha bir kitap bile görmedik."


    Oysa Çanakkale'yi ziyaret ederek, izlenimlerini aktarmaları istenen sanatçı heyeti, 11 Temmuz 1915'te Sirkeci'den trenle yola koyulur. Davete, aralarında İbrahim Çallı, Enis Behiç, Hamdullah Suphi, Ömer Seyfettin, İbrahim Alaattin, Nazmi Ziya ve Mehmet Emin'in de olduğu on yedi kişi katılır. "Heyet-i Edebiye" olarak anılan grup, bir İngiliz zırhlısı tarafından tahrip edilen Namık Kemal'in Bolayır'daki mezarını da ziyaret etmeyi unutmaz.

    Davete katılamayanlar arasında öyle güçlü bir kalem vardır ki, eğer heyette o olsaydı Çanakkale Savaşı hakkında elimizde harika bir eser olabilirdi. Ancak gidemez, çok önemli bir mazereti vardır, ölüm döşeğindedir. Tevfik Fikret, başucunda duran Çanakkale'deki savaş alanlarına ziyareti içeren davetiyeye bakarak verir son nefesini…


    Ve Sunay Akın, Çanakkale'den bindiği gemisiyle, dünyanın gizli kalmış pek çok kıyısına uğrayarak sürdürür yolculuğunu. Hiç anlatılmamış öyküler fısıldar kulağımıza, Geyikli Park subaya geç kalmış bir özürdür adeta.

  • Bir Çift Ayakkabı
    Sunay Akın, bu kez Bir Çift Ayakkabı'yla çıkıyor insanlık tarihinin bilinmeyen tozlu yollarındaki macerasına.


    Bir Çift Ayakkabı kimi zaman boya sandıklarındaki hayat ağacı imgesine dönüşüyor, kimi zaman koskoca bir padişahın imdadına yetişiyor. Ay'ın, sinemanın, sanatın, aşkın, savaşın, vd. tarihine ışık tutuyor.


    Muhtaç olmasın diye, evden kaçan karısının ayakkabısının içine para koyan terk edilmiş koca kimdir? Van Gogh'un tablosunda ters çevirdiği ayakkabının sırrı… Abdülaziz İstanbul'u dünyaya nasıl gezdirdi? Hayat ağacının boyacı sandıklarındaki sureti... Kız Kulesi, pabuçlarını nereye düşürdü? Galata Köprüsü'nden geçen en büyük ayaklara nasıl ayakkabı bulundu? Dünya'nın giriş kapısında kimlerin ayakkabıları duruyor? Kıvrak hareketlerle oynatıyor kalemini Sunay Akın ve iznini sürdüğü hikayelerin her bir parçasını ustalıkla yerlerine yerleştiriyor.

  • Ay Hırsızı
    Sunay Akın yeni kitabı Ay Hırsızı’nda gözünü Ay’a dikiyor ve bir arkeoloğun sabrıyla kazıyor insanlığın ortak birikiminin üzerine çöken tozu toprağı… Ortaya çıkardığı bilgiyi şair duyarlığıyla ilmek ilmek dokuyor ve okurunu hayrete düşürecek öyküler bir bir diziliyor karşımıza.


    Cervantes ve Mimar Sinan hangi caminin inşaatında buluştu?.. Enver Paşa’nın uçağı kaç kez düştü?.. Piri Reis’in haritası Topkapı Sarayı’nda nasıl bulundu?.. İstanbul Boğazı’nı yürüyerek geçen Attila Hülagü’nün sırrı neydi? 157 yıl yaşayan Zaro Ağa’nın Amerika seferi… Atatürk neden hiç uçağa binmedi?..

  • Tuncay Terzihanesi
    (...) Trabzon'un en ünlü terzilerindendi Tuncay Bey... Dükkânının rafları aldığı siparişlerin kumaşlarıyla doluydu. Genç adam modayı takip eden, yenilikçi biri olduğu için onun diktiği bir elbiseye sahip olmak isteyenler, araya hatırı sayılan insanları koyarlardı: "Şu bizim komşunun mantosunu bir zahmet sıkıştırıver!.."


    Kedilerinin pençelerinin balık koktuğu bu kentte, bir gün, on yedi yaşında bir genç kız girer Terzi Tuncay'ın dükkânından içeri. Yanında annesi, elinde ise bordo renkli bir kumaş vardır. Kendisine bir ceket dikmesini ister genç terziden. Aşk tanrısı Eros'un attığı ok Tuncay Bey'in kalbini delmeden önce, içeri giren genç kızın güzelliği karşısında, tuttuğu iğne eline batmıştır çoktan!


    Terzi Tuncay genç kızı provaya çağırmaya başlar. Hem de yalan yere ve kaç kere!.. Hatta bir seferinde şu türküyü bile mırıldanır, hafiften:


    Sen yağmur ol, ben bulut


    Maçka'da buluşalım


    Ölçü iyice alınmıştır!.. Bordo renkli ceket tamamlanır sonunda.


    Üç tane düğmesi vardır bordo ceketin... İşte ben, o ceketin ortanca düğmesiyim! (...)

  • Kule Canbazı
    Nâzım sayısız dostlarından biri olarak, Pablo Neruda'yı ziyaret etmeye karar verir. Ne de olsa, Neruda onun evine gelmiş, yanında da armağan olarak kırmızı renkte bir kadeh getirmiştir...


    Avrupa'daki bir arkadaşına telefon açar ve ondan Neruda'nın adresini ister. Bu istek, bir gün bile yaşamaz yorgun yüreğinde; çok değil, ertesi gün sırtı duvara dayalı bir şekilde yere oturur ve kalakalır öylece!..


    Son nefesinde, yıllardır uzak kaldığı memleketini görme arzusuyla, Neruda'ya gitme isteği el ele tutuşur böylelikle.


    Daktilosunun iç cebindeki küçük bir kâğıt parçasında, el yazısıyla yazdığı Neruda'nın adresi durmaktadır hâlâ... O daktilonun tuşlarına dokunan parmaklar, Nâzım Hikmet'in parmaklarıdır!.. Pablo Neruda 1971 yılında Nobel Edebiyat Ödülü'nü almış... Kimin umurunda!?. Nâzım Hikmet'in daktilosunun iç cebinde adresinin çıkmasından daha büyük bir ödül olabilir mi?..

  • Kırdığımız Oyuncaklar
    Yoksul olsa da bir yığın oyuncak yapardı babası, Hans Christian Andersen'e. Ayakkabı tamircisi olan babasının hünerli ellerinden çıkan bez kuklalar ve onları oynattığı sahne, Danimarkalı ünlü yazarın çocukluğunda en çok sevdiği oyuncaklar olur.

    Andersen, kendisini 1841 yılında İstanbul'a taşıyan geminin küpeştesinde "Züleyha" adlı altı yaşındaki bir kız çocuğuyla ahbaplık kurmayı başarır. Evet, bu bir başarıdır; çünkü Türk çocukları yabancılarla muhatap olmamaları konusunda sıkı tembihlidirler. Ama Andersen, dizlerine bile oturtur Züleyha'yı. Bu dostluğun başlangıcı ise bir oyuncaktır: "Bana oyuncağını gösterdi, her iki kulağının arkasında minicik birer kuş bulunan at biçimindeki bir su testisiydi bu; Türkçe konuşabilsem hemen bu oyuncağa dair bir masal uydurup anlatırdım ona."


    Andersen'in, Züleyha'nın elinde gördüğü bir Eyüp oyuncağı olmalı; kulaklarının arkasında birer minik kuş bulunan at biçimindeki bir su testisi!.. Dizlerine oturduğu yabancının, çocuklar için en güzel masalları kaleme alan bir yazar olduğunu bilmeyen Züleyha şaşırtıcı bir davranışta bulunur: "Çanakkale Boğazı'ndan Marmara Denizi'ne doğru girerken, Asya'nın kızı bir öpücük verdi bana..." Bu masum öpücük, hayal dünyasını harekete geçirir Andersen'in... Ve başlar, içinde Züleyha ve elindeki oyuncak olan bir "Bir Bir Gece" masalı düşlemeye... diye fısıldar kulağımıza Sunay Akın. Kurmacayla gerçekliğin büyülü aralığında kaleme alınmış usta öykülerinden birinde...

  • Onlar Hep Oradaydı
    Kızılderililerin sürüldüğü topraklarda, 1966'da, uzay kıyafetleri giydirilen NASA görevlilerine Ay'a indiklerinde ne yapacakları, nasıl davranacakları anlatılırken, yaşlı bir Kızılderili'nin yanındaki çocukla birlikte bu çalışmaları her gün izlediği görülür. Aradan geçen birkaç gün sonra çocuk yanlarına gelir: "Beni babam gönderdi. O Beyaz Adam'ın dilini bilmiyor. Ben okulda öğrendim. Babam, bu garip aletler ve kıyafetlerle burada günlerdir ne yaptığınızı soruyor."


    Bir NASA yetkilisinin, Ay'a gitmek üzere olduklarını, bunun için astronotları eğittiklerini anlatması üzerine Kızılderili çocuk babasının yanına geri döner... Bunun üzerine günlerdir hiç kımıldamadan duran yaşlı Kızılderili koşarak astronotların yanına gelir ve nefes nefese Navaho diliyle bir şeyler söyler. Söyleneni anlamayan NASA görevlileri, babasının arkasından koşarak gelen çocuğa bakarlar... Çocuk, Beyaz Adam'ın Ay'a gideceğini öğrenince babasının çok heyecanlandığını anlatır ve kendisinin Ay'a bir mesajı olduğunu, onu da yanlarında götürüp götüremeyeceklerini sorduğunu söyler. Günlerdir güneş altında ciddi ciddi çalışmaktan sıkılan görevliler bir teyp uzatırlar: "Babana söyle, mesajını bu teybe söylesin. Söz, giderken yanımızda götüreceğiz." Kızılderili, çocuğunun Beyaz Adam'ın sözlerini Navaho diline çevirmesinden sonra teybe bir şeyler söyler, sonra da kızgın adımlarla uzaklaşır oradan. Mesaj şöyledir:


    "Bu adamlara dikkat edin! Topraklarınızı almaya geliyorlar!.."

  • İstanbul'da Bir Zürafa
    II. Mahmut'un tahtta oturduğu 1823 yılında, İstanbul Limanı'na yanaşan bir gemiden indirilen yükler arasında, bir de zürafa vardır.


    Mısır Valisi Mehmet Ali Paşa'nın padişaha armağan olarak gönderdiği zürafa, kendisini ilk kez gören İstanbullular'ın şaşkın bakışları arasında Çinili Köşk Meydanı'na getirilir.


    Zürafa, padişahın 27 Kasım günü buyurduğu fermanla görücüye çıkar. Hayvanın ağaçların yapraklarını yiyişi hayranlıkla izlenirken, Habeş Ahmet Ağa hazırladığı senaryoyu başlatmak üzere bağırır: "Zürafa müteyemmen ve mübarek bir hayvan olup onu eliyle tutarak bir kere gezdiren Müslüman yeryüzünde hiçbir zarar ve ziyan görmez." Sonra da, hayvandan çok korkan Abdi Bey'e doğru bakarak şunları söyler: "Haydi, Müslüman olan gelsin, zürafayı şöyle bir gezdirelim. Kim bu hayvanı gezdirirse cennete gidecektir."


    Padişahın "memuldür" sözü üzerine kendini eller üstünde bulan Padişahın Küpeli Çavuşu Abdi Bey, zürafanın üstüne oturtulur. Abdi Bey'in yalvarmalarından, yakarmalarından korkan zavallı hayvan huysuzlanarak İshakiye Köşkü'ne doğru koşmaya başlar. Bu sırada Abdi Bey'in padişaha seslenişi duyulur: "Ahret hakkını helal eyle efendimiz. İlk menzilimiz ecel beşiğidir. İşte bindim gidiyorum. Elveda."


    Büyük olasılıkla "Bindim bir alamete, gidiyorum kıyamete" sözü zürafa sırtındaki Abdi Bey tarafından söylenmiştir...

  • Önce Çocuklar ve Kadınlar
    Önce Çocuklar ve Kadınlar mı? Önce Kadınlar ve Çocuklar mı? Ya da kimse bu gemiyi terk etmek istemez mi?

    Sunay Akın tarihimizin kıymetli batıklarını: gemilerini, şairlerini, gezginlerini, aşıklarını vd. okurunu saran, sarmalayan üslubuyla adeta karaya çıkarıyor kaleme aldığı öykülerde. Bu kitabı okurken çalan çanları, acele içinde koşuşturup bağrışan miçoları ve hatta ayaklarınızı ıslatan dalgaları bile fark edemeyebilirsiniz…


    Telaşa lüzum yok, bu gemi hiç batmaz!..


    "Heybeliada'da bulunan Deniz Harp Okulu'nun öğrencileri, her sabah martı çığlıkları altındaki rıhtımda sıraya dizilirler. Bölüğün sağında yer alan uzun boyluların en arkasında Darüşşafaka'dan gelen, Yetim Orhan durmaktadır. Onun önünde ise cephede şehit düşen bir subayın oğlu olan Niyazi görülür. Niyazi'nin önünde tanınan biri vardır: Osmanlı sultanının yeğeni, Prens Vahit... Ve en ön sırada, Nazım Hikmet, okul limanının bulunduğu koya demirli, bir zamanlar resmini yaptığı Yavuz Sultan Selim kruvazörüne bakmaktadır..."

  • Ayçöreği ve Denizyıldızı
    Kız Kulesi'nin, Galata Kulesi'yle yaşadığı bir gecelik aşk sonrasında dünyaya gelen bir çocuğu vardır.. Kız Kulesi, minarelerin baskısından korktuğu için ayrılmak zorunda kalır çocuğundan. İstanbul'u terk ederken, babası olan Galata Kulesi'ne bir anlık dönüp bakan, ama sevgi dolu bakışlarına hiçbir karşılık alamayan çocuk Lizbon'a yerleşir... Ve orada, "Belém Kulesi" adıyla bilinir.


    1513 yılında, Lizbon limanının savunulması amacıyla yapılan Belém Kulesi, Afrika ve Hindistan'a düzenlenen sömürge seferlerinin başlangıç yeri olur. Bu yapının Galata Kulesi ile Kız Kulesi'nin "gayrimeşru" çocuğu olduğu iddiamızı güçlendirmek için biraz daha bilgi verelim: Kırk iki metre yüksekliğinde olan kule altı katlıdır ve girişinde bir sarnıç bulunur. Kız Kulesi'nde de, biri içerde, öbürü dışarda olmak üzere iki sarnıç olduğu birçok kaynakta yazılıdır. Belém Kulesi de, annesi ve babası gibi hapishane olarak kullanılır. Kulede yaşayan bir prensesin üzüm sepetinden çıkan yılan tarafından sokularak öldüğü söylencesi de Lizbonluların dilinde yıllardır anlatılır. Aynı efsane Kız Kulesi için de söylenir. En önemli delil ise kulenin görünümü ve bulunduğu yerdir. Galata Kulesi'ne benzeyen Belém Kulesi, kıyıya çok yakın olan kayalıklar üstüne kuruludur. Yani, tıpkı annesi olan Kız Kulesi gibi..

  • Kız Kulesindeki Kızılderili
    (...) Cervantes, Kızılderililerin kimlerle savaşmak zorunda kaldığını soykırımın yapılmakta olduğu yıllarda susmamakta kararlı olan Sançho'nun ağzından açıkça yazar:

    "Babamız, Amerika'nın alçakların barınağı, fahişelerin sığınağı olduğunu söylemedi mi?" Don Kişot sinirlenir: "Kes sesini dedim."

    Ve Cervantes, Sançho'yu konuşturmaya devam eder: "Hint Adaları'na doğru yola çıkan herkes vicdanını rıhtımda bırakır." (...)

  • İstanbul'un Nazım Planı
    Tarih: 1 Ocak 1921... Yeni bir yılın ilk sabahında İstanbul'a kar yağmış ama pek tutmamıştır... Yol kenarlarında ve Çamlıca tepesinde beyazlıklar göze çarpıyor... Sirkeci'den demir alan bir vapur pamuk balyalarıyla dolu olsa da, asıl yükü direnişe katılmak için Anadolu'ya geçen Kuva-i Milliyecilerdir.


    Vapurda dört de şair vardır: Yusuf Ziya, Faruk Nafiz, Vâlâ Nureddin ve Nâzım Hikmet... Kız Kulesi'ne doğru yaklaşıldıkça Nâzım'ın yüreğindeki korku da büyür. Çünkü, Kız Kulesi işgal yıllarında İngiliz askerleri tarafından Boğaz'dan geçen gemilerin kontrol edildiği bir karakol olarak kullanılıyordu. Vapur, Kız Kulesi'ne gelindiğinde motorlarını durdurur. Oysa, pamuk balyalarının üstüne yatan direnişçiler ne kadar soğukkanlı görünmeye çalışsalar da, yürekleri yüksek devirli bir makine gibi atmaktadır.
    Kız Kulesi'ndeki arama üstünkörü yapılır vapura geçiş izni verilir. Nazım, Boğaz'a demirli işgal gemilerinin arasından yol alan vapurun küpeştesinden giderek küçülen Kız Kulesi'ne bakıp, derin bir nefes alır. Yeni yılın ilk günü Nazım Hikmet'i Anadolu'ya taşıyan vapurun adı "Yeni Dünya" idi... Ve, eğer sorulsaydı Nazım'ın ingiliz askerlerine göstereceği sahte kimliğinde şu yazılıydı: yumurta tüccarı!

1
2
Tweets